ilanı harp!
ilanı harp! yatıyoruz,
kalkıyoruz ilanı harp! ne çıkar
sanki ne olur bir
gün ilanı aşk
edilse… savaş
boyalarımızı silsek tavşan
uykularına nihayet deliksiz bir
uyku çeksek güne tebessümle
başlasak işe güce,
çarşıya pazara - öğrencilerden
öğreneceğimiz çok şey var
- onlarla
okullara dur
ihtarlarına muhalefet aşağıya
bakmadan pürneşe yol
alsak tuzak
tutumundan müsterih selam alıp
versek, hâl hatır sorsak karınlarımız
gülmekten ağrısa yanaklarımız
sevinçten ıslansa ne çıkar
sanki geceleri
dudaklarımıza değen o son şey sigara
izmariti değil, bir başka dudak olsa geceleri
dudaklarımıza değen o son şey içki matarası
değil, bir başka dudak olsa ne çıkar
sanki ne olur bir
gün ilanı aşk
edilse...
Hayatla
aramız öteden beri limoniydi. Asık suratını, çatık kaşlarını, kurulu
yumruklarını görmeye ve bunların gölgesinde yaşamaya alışmıştık. Tekme tokat
giriştiği, üstümüze çıkıp tepindiği günler de oldu; hakkını yememeli, evet belki
gülmese de tebessüm gösterdiği günler de... Ama hiç alay ettiği olmamıştı. Ta
ki bugüne kadar… Hayat bugün bizim Kalas Osman’la çok fena kafa buldu. Böylece
hayatın o hiç bilmediğimiz alaycı yönüyle de tanışmış olduk.
Osman, yağmalanan
kervanlarını, Pardon filmindeki İbrahim gibi sigarasının dumanını savura savura
izlerken, bir yandan da bana bu tufaya nasıl geldiğini anlatmaya çalışıyordu. Hayatın
orta parmağını hikâyenin sonunda görecektim. Sinirlerim bozulacak, zembereğim
boşanacak, Osman kahkahalarımı durduramayınca da bir hışımla kalkıp küfrede
küfrede çekip gidecekti.
İtiraf
etmeliyim, Meliha diye söze başlayınca yine mi aynı terane diye kısa bir iç
sıkıntı geçirdim. Meliha? Osman’ın eski kız arkadaşı. Meliha ile Osman hızarlı,
mengeneli bir aşk yaşamış, yıllarca bir küs bir barışık yürüttükleri ilişkileri;
kızın, Osman’ın yontulmaz bir kalas olduğunu anlamasıyla sonlanmıştı. Osman bu
sonla zıvanadan çıkmış, kendini ateşlere atmış; fakat yontulmadığı gibi yanıp
kül de olmamıştı. Sonrası tufan… Kavruk bir Pinokyo gibi avare avare dolaşıyor
şimdilerde. Üstelik yalan söyleyemediği için Pinokyo kadar ilgi de görmüyor.
Bir işin ucundan tut diyoruz, ona da yanaşmıyor. Habire şansına sövüp duruyor.
Eğer, “Kendim ettim kendim buldum” türküsü yazılmamış olsaydı, Osman’a
rastlayan eli saz tutmuş herhangi biri ondan ilhamla mutlaka yazardı. Oysa Osman’ın
kalbinin temizliğine sonuna kadar kefilim, bunları kesinlikle hak etmiyor fakat
ağzının bozukluğuna da bir o kadar fitilim; onun şu bıçkın havaları, iflah olmaz
haytalıkları kötü bir koku gibi insanları kendisinden uzaklaştırıyor. Neticede
bir ablası Oya bir de bizim tayfadan başka kimsecikler kalmadı çevresinde. Hoş
ablasını da pek görmez, yardımlarını kabul etmez ya, o da ayrı bir terane.
Neyse ki ablasının yardımına koşmaktan geri durmuyor. En azından kimse vefasız
olduğunu söyleyemez.
Osman birkaç
gün ortadan kaybolunca epey meraklanmıştık, meğer Oya abla taş düşürüyorum
deyince, Oya ablanın çiçekçi dükkânını idare etme işi, çiçekten böcekten zerre anlamayan,
hatta bu yüzden adı Kalas Osman’a çıkan bizimkine kalmış. Oya ablanın çırağı işten
anladığı için dükkâna bakarken, Osman teslimatlara koşturmuş. Bana sorsalar
asla yapmaz derdim ama belli ki yaşadıkları onu değiştirmiş. Zaman
yontamadığını, en azından törpülüyor. Bir gün, iki gün, alışacağım derken her
gün daha da sıkıntılı bir hâl almış işler. Hayat adeta büyük konuştun, kimse
için eline çiçek almadın, bu uğurda sevdiğin kadını dahi kaybettin ama yine de
uslanmadın, şimdi çek bakalım ceremesini demiş. Nihayetinde çekti de.
Yanımızdan ayrılmayan adamın yüzünü gören cennetlik oldu. Arada akşamları görür,
yaşadığını bilir, ayaküstü laflardık hepsi o. İçi içini kemiriyordu, seziyorduk
ama Allah için tek bir gün of demedi. Onu görmediğimiz birkaç gün daha dişini
sıkmış Osman, iş bir yandan üstündeki avarelik sıkıntısını azaltırken, öte
yandan mizacına çok ters olmasından bir başka sıkıntı zerk edip şafak saymasına
sebep olmuş. Arada çıktığı taksi işini, tüm şikâyetlerine rağmen mumla arar
olmuş. Yine de ablasının hatırına sebat edip dükkânın anahtarlarını teslim
edeceği bu büyük güne kadar işi kotarmış.
Günün
çiçeklerini, bugün bu işten kurtulacağını bilmenin verdiği iç huzurla, hiç
söylenmeden, ayakları geri geri gitmeden bir bir teslim etmeye koyulduğunda, son
çiçeği teslim etmek için vardığı dairenin kapısını hiç olmadığı kadar istekli
çalmış. Ruhunu teslim etmeden önce yaptığı son şeyin bir kapının ziline basmak
olacağını nereden bilebilirdi? Aklına bile gelmemiş. Çok geçmeden açılmasını
beklediği o son kapı üstüne yıkılmış; bununla da kalmamış, sıradağlar üstüne
devrilmiş; kurt ulumaları, şimşek çakmaları, zılgıtlar kulaklarını sağır etmiş;
başından aşağı kaynar sular dökülürken, ayakları karlara gömülmüş; tuttuğu
buketteki güller birer yılana dönüşüp gözlerine, dudaklarına, boynuna hücum
etmişler. Onları var gücüyle sıkmış, canlarını alana dek boğmuş ve hareketsiz
kaldıklarında buketi elinden bırakmış. Tanıdık bir sesten ismini işitmiş.
“Osman!” demiş o ses. Seslenilen Osman olmamak için neler vermezmiş ki… Seslenenin
Meliha olmaması için neler vermezmiş ki... Kadınların kocalarının soyadlarını
almalarına lanetler okurken, hasta yatağında eceli bekleyen insanların, son
nefeslerinde gözlerinden süzülen o bir damla göz feri süzülüvermiş yanağından.
Ruhunu orada, o kapı önünde bırakıp bedeni ile ablasının yanına dönmüş. Avucunun
içinde sıktığı anahtarları, parçalanmış elinin kanına bulanmış bir vaziyette
ablasının avucuna bırakmış. Parmak uçlarından kanlar damlata damlata sokakları
adımlamış. Onu bulduğumda yarı deli bir halde dizini dövüyor, pantolonunu
avucunun içindeki kanla kızıla boyuyordu.
Mahalleyi
yukarıdan gören bu tepede bizim tayfayla buluşur, bir şeyler içer, laflardık. Osman’ın
bu tepeden atlama fikrine kapılmamasına ne kadar şükrettim bilemezsiniz. Hava
kararmak üzereydi. Yarım saat kadar yanında oturdum. İkimiz de tek bir ses
çıkarmadık, tek bir söz etmedik. Taksici Tekin, bir ara ürkek tavırlarla yanıma
sokulup benden bir dal sigara aldı ve Osman’ın gazabına uğramaktan duyduğu endişe
ile yine aynı ürkek tavırlarla koşar adım taksisine geri döndü. Osman, kendi
paketini bitirdiği yetmemiş gibi, Tekin’in paketine de el koymuş. Çocuğu
salmayınca da çocuk bir yere kıpırdayamamış. Teyp olarak kullandığı Tekin’in bu
serseriye araba vermeyip eşlik etmesine, dizinin dibindeki bira şişelerine
gözüm takıldığında bir kez daha şükür ettim. Osman, elini kaldırıp Tekin’e işaret
verince, tepeye vardığımda sonuna yetiştiğim bizimkinin şarkısı bir defa daha
çalmaya başladı. Murat Ak’ın, “Ayrılamıyoruz Meliha’yla” şarkısını yer gök dinledik.
Şarkı bitince, Osman derin bir nefes alıp yanaklarını şişirerek geri verdi. Böylece
yorulduğuna, sakinleştiğine dair işareti almış oldum. “Ne oldu aslanım?” dedim.
Yanıt vermedi. Yanında duran sigara paketine uzandı, bir sigara çıkardı. Çakmak
arandı, buldu. Bir sigara yaktı. Hemen ardından sigarayı sunturlu bir küfürle
tepeden aşağı fırlattı. Paketten bir sigara daha çıkardı. Bu defa tersten
yakmamak için dudağına götürürken dikkat etti. Sigarasından derin bir nefes
alıp kolunu tafralı bir şekilde havaya savurdu ve ciğerlerindeki dumanı bir
ejderha gibi püskürttü. Başımı çevirip, bakışlarımı yüzüne doğrulttum, rahatsız
olana kadar da ayırmadım. Israrım netice verdi ve “Meliha” diye başladı söze. İşte
hayatın orta parmağını tam da burada gördüm… Yıllarca ağır abi takılan, kendine
has bir duruşu olan ve bundan zerre ödün vermeyen Kalas Osman, bu uğurda sevdiği
kadını bile kaybetmişken, hayat bir gün bile çiçek götürmediği kadına, yıllar
sonra da olsa o çiçekleri götürtmüştü; hem de kadının kocası tarafından
gönderilen çiçekleri…